
Kadınlar yine her zaman olduğu gibi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde mücadelelerine olan inançla, kadın kurtuluş mücadelesinin verdiği güçle, kendilerine dayatılan her türlü hak ihlaline karşı mücadeleye devam ediyorlar. Yaşadığımız coğrafyada kadın olmanın zorluklarını hepimiz yakıcı bir biçimde yaşıyoruz. Çünkü coğrafyamıza egemen olan yerleşik anlayış son derece erkek egemen, feodal ve militer bir anlayış.
Türkiye Cumhuriyeti devleti bir hukuk devleti olamadığından kadınlara karşı kendi iç hukukunu bile yeterli düzeyde uygulama kararlılığını gösteremiyor. Kaldı ki altına imza atılan uluslararası sözleşmeler hiçbir şekilde uygulamaya konulmuyor. Coğrafyamızda şiddetin en büyük mağdurları kadınlar olmaya devam ediyor. Yerleşik namus anlayışının erkeklere verdiği “güç” ile erkekler, kadın cinayetleri işlemeye devam ediyorlar. Bir yılda, gün sayısından fazla kadın cinayeti işleniyor. Kaldı ki bunlar sanığın bilindiği kadın cinayetleri. Sanıkların belli olmadığı, faili meçhul kadın cinayetleri bu sayıların içinde sayılmıyor.
Türkiye Cumhuriyeti devleti 2011 yılında kadına yönelik şiddet alanında bugüne kadar yazılmış en iyi uluslararası sözleşme olan Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’ne imza atmıştı. Bu sözleşmenin en önemli ve belki de en belirleyici maddesi şuydu: “hiçbir örf, hiçbir adet, hiçbir namus anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi olamaz.”
İşte, sözleşmeye yansıyan bu anlayış, devleti yönetenleri bir süre sonra rahatsız etmeye başladı. Kadına yönelik şiddetin en büyük gerekçesi olan yerleşik “namus” anlayışı sorgulamaya açılıyordu. Bunu kabul etmediler, bu sorgulamadan kaçtılar ve 2021 yılında tek bir kişinin imzasıyla Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekildi.
Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekildikten sonra kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki artış hiç de tesadüf değildi. Devletin her alanda uyguladığı şiddet politikası ve nefret söylemi devlet diline sorumsuzca yansıdı ve bu devlet dili maalesef ki şiddet üreterek topluma yayılmaya devam etti. Bu yayılma sonucunda kadına yönelik şiddet de büyük artış gözlendi.
Kadınlar ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanında da çok büyük sorunlar yaşamakta. Kendi öz örgütleri, devlet denetimine sürekli tabi tutulmakta, yaptıkları basın açıklamaları ya da sokak gösterileri sürekli engellenmekte ve bu nedenle kadınlar devlet şiddetine maruz kalmaktalar. Yine kadınlar ifade özgürlüklerini kullanmada da sürekli baskı yaşamaya devam ediyorlar.
Bugün cezaevlerinde sadece düşünceleri nedeniyle bulunan çok sayıda kadın siyasetçi, gazeteci, insan hakları savunucusu bulunmakta.
Kadınlar emek alanında da büyük baskılara maruz kalıyorlar. Yaşamın tüm alanlarında kendilerine uygulanan şiddetin belki de en büyüğünü emek alanında yaşıyorlar. Emekleri sömürülüyor. Kadın emeği ucuza satılıyor. Kadın işçiler örgütlenirken erkek egemen anlayışın engellemelerine maruz kalıyorlar. Siyasette de kadının erkek egemen anlayışı yıkmak konusunda büyük bir mücadele vermesi gerekiyor.
Cezaevlerinde çok sayıda hasta kadın mahpus tedavi hakkına erişim sağlayamıyor. Yine cezaevlerinde bulunan adli ve siyasi kadınlara yoğun bir baskı yöntemi uygulanmakta. Kadınlar arama adı altında koğuşlarına giren görevliler tarafından tacize maruz kalıyorlar. Yaşamlarının tüm alanları sürekli kontrol ediliyor. Koğuşlara, hücrelere konulan kameralarla en mahrem anlarının bile gözetlendiğini görmek kadınları son derece etkiliyor.
Coğrafyamızda yaşanan çatışmalı şiddet ortamı da en çok kadınları etkiliyor. Kadınlar bu çatışmalı süreçlere en sevdikleri varlıklarını verdiler öyle ki çocuklarını, abilerini, ablalarını, babalarını, annelerini kaybeden kadınlar oldu. Savaş en çok kadını vurdu. Kadınlar savaş ve çatışmalı ortamlarda kadına yönelik şiddetin en ağırını, cinsel işkenceyi yaşadılar. Zaten çok iyi biliyoruz coğrafyamız bir mezarsız ölüler coğrafyası. 1915,1938 bölgede yaşanan tüm katliamlar, bütün bu acılı olaylarda çok sayıda kadın mezarsız bırakıldı. Soykırımlar, katliamlar en başta kadınları vurdu ve vurmaya da devam ediyor. Coğrafyanın temel sorunu olan cezasızlık, bugüne kadar en çok kadınları etkiledi.
Yaşadığımız sorunların temelinde yatan mesele Kürt meselesidir. Kürt meselesi barışçıl bir çözüm bulmadıkça, kadınlar hak ihlalleri yaşamaya devam edecekler. Bu nedenle de kadınlar barışa, barış süreçlerine son derece büyük önem veriyorlar. Çünkü erkek egemen, militer ve feodal anlayışın sorgulanabileceği bir süreç olacaktır barış süreci. Kadınlar, her şeyden önce yaşanacak barış sürecinde ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyorlar. Yine kadınlar bu süreçte tüm siyasi mahpusların serbest bırakılmasını, hasta mahpusların öncelikle serbest bırakılmasını ve kadınların yaşamın tüm alanlarındaki kendilerine dayatılan hak ihlallerine karşı ifade özgürlükleri garanti altına alınarak mücadele etmek ve söz söylemek istiyorlar.
Kadınlar bu süreçte cezasızlığın son bulmasını, işlenen tüm devlet suçlarının açığa çıkarılmasını ve demokratik bir hesaplaşma ortamının yaratılmasını istiyorlar. Kadınlar cezasızlığa kurban gitmiş her acılı olayın yeniden sorgulanıp bir daha gerçekleşmemesi için üzerine düşen ne varsa tüm tarafların bu gerekleri yerine getirmesini talep ediyorlar.
Evet, gerçekten kadınların barışa çok ihtiyaçları var. Bu nedenle yaşanan ve bugüne kadar içi doldurulmamış da olsa sürecin önemi dikkate alınarak kadınlar bu 8 Mart’ta barış taleplerini yüksek sesle dile getirmek istiyorlar. İşte biz insan hakları savunucusu kadınlar olarak barış istiyoruz diye yüksek sesle talep ediyoruz. Evet, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü istiyoruz. Siyasi mahpuslara özgürlük istiyoruz. Tüm hasta mahpusların serbest bırakılmasını istiyoruz ve bu sesimizi duyacak olan siyasal iradenin gerekenleri derhal, hemen, acilen yerine getirmesini istiyoruz.
Bir kez daha kadınlar 8 Mart’ta barış istiyor.
JİN JİYAN AZADİ