ORTAK BASIN AÇIKLAMASI- 10-17 Aralık İnsan Hakları Haftasına ilişkin

10.12.2020

BASINA VE KAMUOYUNA

Açıklamamıza başlarken, 28 Kasım 2015 tarihinde Dört Ayaklı minare önünde bir cinayet sonucu katledilen değerli hukuk ve insan hakları savunucusu, kıymetli yoldaşımız Tahir Elçi ve onun şahsında yitirdiğimiz tüm hak savunucularını saygıyla ve minnetle anıyoruz.

Değerli Basın Mensupları,

BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabul ve ilanının 72. Yıldönümündeyiz. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen Evrensel Bildirge’nin başlangıç bölümünde insanlık ailesinin bütün üyeleri için eşit, bölünemez ve devredilmez hakların tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olduğu, eğer hakları korunamıyor ise herkesin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnme hakkına başvurmak zorunda kalabileceği belirtilmiştir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtildiği gibi barış, adalet, eşitlik, özgürlük ve insan onurunun korunmasını ve bu hakların korunması ve güvence altına alınması amacıyla hak, hukuk mücadelesine devam ederek, haklarımıza sahip çıkıyoruz.

Türkiye’de sürdürülen güvenlikçi politikaların etkisiyle ülkenin temel sorunlarının giderek daha da ağırlaştığı, diğer yandan kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığının ortadan kalktığı, seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldıran kayyım uygulamalarının sürdürüldüğü, TBMM’nin işlevsiz hale getirildiği, tüm siyasal gücün tek elde toplandığı koşullarda otoriter uygulamalar, siyasal iktidar açısından insan haklarına dayalı bir rejim fikrinden topyekûn uzaklaşmanın bir aracı haline gelmiştir. Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorununun en önemli halkasının Kürt meselesi olduğu ve bu sorunun barışçıl ve demokratik yolla çözülmediği sürece Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi sorunlarının çözülemeyeceğini bir kez daha vurgulayarak, Kürt meselesinin demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunmakta ısrarcı olduğumuzu da bir kez daha dile getirmekteyiz.

Öldürücü bir virüs olarak dünyamızı tehdit eden Covid-19 salgını halen etkisini sürdürmekte, vaka ve ölüm sayısında her gün artış görülmektedir. 2020 yılı başından itibaren Dünya genelinde yaklaşık 64 milyon vaka sayısı ve 1 milyon 640 bin insanın ölümüyle sonuçlanan Covid-19 virüsü, Türkiye’de de etkisini göstermiş ve 14 bini aşkın insanın yaşamını yitirmesine yol açmıştır. Hala etkisini yakıcı şekilde sürdüren bu salgının, Türkiye’de yetersiz önlemler nedeniyle kriz yönetme becerisinin gösterilemediğini ve güçlü bir sosyal politikanın hayata geçirilemediğini ifade etmek isteriz. Her ne kadar ile “Evde kal” çağrıları yapılmış olsa da, ekonomi politikaları nedeni ile hali hazırda geçim sıkıntısı yaşayan milyonlarca insanın ihtiyaçlarını karşılayacak ekonomik tedbirlerin yetersizliği insanın mağduriyet yaşamasına yol açmıştır. Salgının başından beri bilimsel veriler ışığında halkın katılımını sağlayarak sürecin şeffaf bir şekilde yürütülmesi çağrıları maalesef karşılık bulmamıştır. Salgında pandemi ile canla başla mücadele eden sağlık çalışanlarını temsil eden sağlık meslek örgütleri il pandemi kurullarına dâhil edilmediği gibi yerelde tabip odalarının yöneticilerinin (Mardin, Urfa, Van) toplumu bilgilendirmeye yönelik yaptıkları sosyal medya paylaşımları ve basın açıklamaları gerekçe gösterilerek açılan soruşturmalarla baskı altına alınmaya çalışılmıştır.

Covid-19 virüsünün hızla yayıldığı ve insanların evlerinden dahi çıkmaya çekindiği zamanlarda bile, siyasi iktidarın güvenlikçi politikalarının bir tazehürü olarak hukuk dışı ve keyfi icraatlarını aynen sürdürmüş, bu politikalar nedeniyle demokrasi ve insan hakları sorunları sistematik, yaygın bir şekilde ağır tahribatlara yol açmıştır. Önceki yıllarda olduğu gibi otoriter uygulamalar, 2020 yılında da başta yaşam hakkının ihlali ve işkence yasağı olmak üzere toplumsal gösteri hakkına yönelik engelleme ve müdahaleler, hapishanelerdeki ihlaller, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik ihlaller, basın özgürlüğüne yönelik ihlaller ve kadına yönelik şiddet gibi pek çok değişik ve kategorik konularda ihlaller üretmeye devam etmiştir. Ayrıca siyasi iktidara bağımlı hale getirilen yargı kurumunun da etkisi ile beraber hak ihlalleriyle mücadele alanını daraltmak anlamına gelen cezasızlık yaygınlaşarak yeniden üretilmiş ve neredeyse genel bir kural haline getirilmiştir.

Türkiye’de öteden beri yaygın bir şekilde ihlal edilen düşünce ve ifade özgürlüğü 2016 yılında ilan edilen OHAL ve devam eden süreçte gidere artan bir şekilde kısıtlamaya ve daraltılmaya devam edilmiştir. Kimi hükümet yetkililerinin kişi, grup ve kesimleri hedef alan söylemleri sonrası yapılan gözaltı ve tutuklamalar, yine sosyal medya paylaşımlarına ilişkin gerçekleşen tutuklamalar, 2020 yılında da artarak devam etmiştir. Yine Anayasanın 34. Maddesi ile güvence altına alınan toplanma, gösteri ve yürüyüş hakkı, Valilikler ve Kaymakamlıklar tarafından alınan yasaklama kararlarıyla sistematik bir şekilde kısıtlanmaktadır. Türkiye’nin pek çok kentinde açık hava toplantıları, demokratik gösteri, yürüyüş ve etkinlikler, ‘güvenlik’ gerekçesiyle süresiz veya her ay yenilenerek yasaklanmaktadır. Bu yasaklamalar sonrasında, gösteri ve yürüyüş hakkını kullanan yurttaşlara güvenlik güçleri tarafından müdahalelerde bulunulmakta, bu müdahaleler sırasında orantısız ve gereksiz güç kullanımı nedeniyle yurttaşlar yaralanmakta ve kötü muameleye maruz kalarak gözaltına alınmaktadır.

Kişi özgürlüğü-güvenliği ve işkence yasağı da yine ihlal konuları arasında yer almaktadır. Gözaltı merkezlerinde, gözaltına alırken veya gözaltı yerleri dışında işkence ve kötü muamele, yasadışı sorgu ile muhbirlik dayatmasının yaygın ve sistematik bir biçimde yaşandığına tanık olunmaktadır.  Kolluk kuvvetleri tarafından düzenlenen operasyonlar sırasında gerçekleşen ev baskınlarında, maalesef yurttaşlar kötü muameleye maruz kalmakta, köpekli saldırıya maruz kalmakta, darp edilmekte ve keyfi biçimde kişisel eşyalarına zarar verilmektedir. Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2020 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. 2020 yılının ilk 11 ayında; TİHV’e işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla toplam 573 kişi başvurmuştur. Başvuranların 295‘i aynı yıl içinde işkence ve kötü muamele gördüklerini belirtmişlerdir.

Ayrıca ülkemizde hüküm süren antidemokratik uygulamaların bir örneği de haksız-hukuksuz gözaltı ve tutuklamalardır. 2020 yılı içerisinde de ilimizde sivil toplum çalışanları ile mesleki faaliyetleri nedeniyle çok sayıda gazeteci, sağlık çalışanı, avukatlarında dahil olduğu haksız soruşturmalar nedeniyle gözaltına alınıp tutuklanmıştır. TTB’nin Yüksek Onur Kurulu Üyesi ve insan hakları savunucusu arkadaşımız Dr. Şeyhmus Gökalp’ın tutuklanması da, meslek örgütü özerkliğine müdahale ve son dönemde tüm sivil toplum örgütlerine ardı ardına yapılan saldırıların devamı niteliğindedir. 

Pandemi sürecinde cezaevlerindeki işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında büyük bir artış görülmektedir. Salgın gerekçe gösterilerek cezaevlerinde mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak, hukuka aykırı yeni bir “normal” düzen yaratılmak istenmektedir.  Cezaevlerinde çeşitli gerekçelerle (çıplak arama, kelepçeli muayene, ayakta tekmil vererek sayım uygulamalarına itiraz gibi) girişte ve sonrasında devam eden kaba dayak, siyasi nedenlerle tutuklanan kişilerin “terörist” olarak yaftalanması ve bu gerekçeyle şiddete maruz kalmaları, her türden keyfi muamele ve keyfi disiplin cezaları, hücre cezaları, sürgün ve sevk uygulamaları yakın tarihte görülmedik boyutlara ulaşmıştır. Mart ayında tespit edilebilen 591’i ağır olmak üzere 1564 hasta mahpus bulunmakla birlikte ancak bugün bu rakam artmakta, hasta mahpusların yaşamış oldukları sorunlara karşı sağlıklı bir çözüm üretilmemiştir, pandemi sürecinde mahpusların yaşamını tehdit etmektedir. Hasta mahpusların durumuna karşı ilgililerin yaşadığı kayıtsızlık nedeni ile 2020 yılında en az 49 mahpus cezaevinde yaşamını yitirmiştir.

Anayasa Mahkemesi kararına rağmen İmralı Yüksek Güvenlikli Hapishanesinde devam eden tecrit uygulamaları ve hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri nedeniyle Türkiye hapishanelerinde bulunan mahpuslar, ne yazık ki süresiz dönüşümlü açlık grevleri eylemleri başlatmıştır. Kurulduğu günden bu yana ulusal mevzuata aykırı bir şekilde yönetilen, burada tutulan mahpusların, Anayasa ve yasa ile güvence altına alınan haklarından mahrum bırakıldığı bu çifte standarda son verilmesini talep ediyoruz. Geçmişte birçok mahpusun açlık grevi eylemleri nedeniyle hayatını kaybettiğini, birçoğunun da vücudunda kalıcı hasarlar bıraktığına tanık olduk. Bu bağlamda yetkilileri mahpusların ulusal ve uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını titizlikle yerine getirmeye, açlık grevindeki mahpusları da açlık grevi eyleminden vazgeçmeye davet ediyoruz.

2020 yılında da HDP’li belediyelere yönelik görevden alma ve kayyım atamaları devam etmiş, seçme ve seçilme hakkı ihlal edilmiştir. Halkların Demokratik Partisi (HDP), 31 Mart 2019 Yerel Seçimlerdeki kazandığı 3'ü büyükşehir, 5'i il, 45'i ilçe, 12'si belde toplam 65 belediyeden 6'sına mazbata verilmezken, 48’ine de kayyum atanmıştır. 2016 yılından bu yana HDP/DBP’li belediyelere yönelik başlayan kayyum uygulamalarının, 31 Mart 2019 tarihinden itibaren HDP’li belediyelere yönelik kendini tekrar etmesi, yerel yönetimlerde kayyum uygulamalarının kalıcı ve sistematik bir politikaya dönüştüğünün, seçimlerin işlevsiz kılınarak seçmen iradesinin ve demokrasinin askıya alındığının açık göstergesidir.

İnfaz Yasasında ayrımcı maddeleri içeren “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” 15 Nisan 2020 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kapsamda adli suçtan hükümlüler suç türüne göre ayrılarak yasadan yararlandırılmış, politik saiklerle cezaevinde tutulan mahpuslar düzenleme dışında bırakılarak Anayasanın temel ilkeleri çiğnenmiştir. Ayrımcılık ve eşitsizlik içeren bu yasa ile Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde haksızca cezalandırılan muhalifler ve hak savunucuları bu yasanın kapsamı dışında tutulmuş, var olan haksızlıklar derinleştirilmiştir. Yine aynı şekilde Baroların yapısını ve işleyişlerini değiştiren antidemokratik, siyasal iktidarın taleplerine uygun hareket eden meslek kuruluşu getirme gayesi taşıyan düzenleme de bu süreçte yasalaştırılmıştır. Savunmanın bağımsızlığını, dokunulmazlığını ve hukukun üstünlüğünü ortadan kaldıran tasarı, Barolar ve demokratik kamuoyunca sert şekilde eleştirilmiş ve kabul edilemez bulunmuştur. İtiraz eden Baro Başkanlarına yönelik kolluk güçlerince sert müdahalede bulunulmuş, kendilerine onur kırıcı muamelede bulunulmuştur. Hakeza Sosyal medyada sansür düzenlemelerini içeren teklif yasalaştırılarak düşünce ve ifade özgürlüğü hakkına yönelimlerin ve müdahalelerin artmasına neden olmuştur.

2020 yılı Kadınlara yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de, artarak devam etmiştir. 2019 yılında en az 418 ve 2020 yılının ilk 11 ayında en az 355 kadın, erkek şiddeti nedeniyle hayatını kaybetmiştir. 2020 yılının Mart ve Nisan aylarında covid-19 salgını sebebiyle aile içi şiddetin tırmandığı bir dönem yaşanmıştır. Evde kalma sürelerinin artması ve bu süreçte İnfaz Yasasında yapılan değişiklikler sonucu şiddet uygulayan erkeklerin serbest kalması ve yaşanan ekonomik sorunlar nedeniyle kadınların şiddete maruz kalma oranları da artmıştır. Bu tarz dönemlerde kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadınların korunması için alternatif mekanizmaların üretilmemesi şiddeti artıran bir başka etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Alternatif koruma mekanizmalarının yokluğuyla birlikte, kadına yönelik aile içi şiddetin önlenmesi amacıyla imzalanan İstanbul Sözleşmesi'nin yürürlükten kaldırılması ile ilgili tartışmalar başlatılmıştır. Artan kadın cinayetlerine yoğunlaşılması gerekirken, kadınları şiddete karşı koruyan İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme durumunun tartışmaya açılması kabul edilebilir bir durum değildir. İstanbul Sözleşmesi'nin etkin şekilde uygulanmaması nedeniyle birçok kadının yaşamını yitirdiğine şahit olduk, olmaktayız. Tablo bu denli ağır iken sözleşmeden çekilmek demek, kadına yönelik şiddeti ve cinayetleri onaylamak ile eşdeğer bir anlam taşımaktadır. Ulusal mevzuatın kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda ki yetersizliği ortadadır. İstanbul Sözleşmesi devletlerin şiddetle mücadele ve toplumsal cinsiyet eşitliğini hem yasalarında hem de toplumsal yaşamda hayata geçirmesi gerektiğini belirten uluslararası bir sözleşmedir. Ayrıca kadına yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin ortadan kalkması için devletlerin kapsamlı ve bütüncül politikalar geliştirmesi gerekirken sözleşmeden çekilmek kabul edilemezdir! Devletin görevi sözleşmeden çekilmek değil, sözleşme maddelerini etkin olarak uygulamaktır.

Değerli Basın Emekçileri;

Son söz yerine; Barışçıl, demokratik, insan haklarına dayalı bir ortak yaşam idealini geliştirmek için çok daha fazla çaba göstereceğimiz aşikârdır. İhlalsiz, gözyaşının olmadığı, sömürüsüz bir dünya umuduyla… Görüyoruz, susmuyoruz, mücadele ediyoruz...

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ DİYARBAKIR ŞUBESİ
DİYARBAKIR BAROSU
DİYARBAKIR TABİP ODASI
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI DİYARBAKIR TEMSİLCİLİĞİ
HAK İNİSİYATİFİ DERNEĞİ DİYARBAKIR TEMSİLCİLİĞİ