İnsan Haklarıyla İnsandır!
Açıklamamıza başlarken, 28 Kasım 2015 tarihinde Sur ilçesinde bulanan Dört Ayaklı minare önünde hunharca bir cinayet sonucu katledilen değerli hukuk ve insan hakları savunucusu kıymetli yoldaşımız Tahir Elçi’yi rahmet ve saygıyla anıyoruz. Aradan üç yıl geçmiş olmasına rağmen etkin bir soruşturma yapılmadığını ve faillerin ortaya çıkarılamadığını üzüntüyle ifade etmek istiyoruz. İnsan hakları savunucuları olarak bizler, Tahir Elçi cinayetinin aradan geçen bunca zamana rağmen hala aydınlatılamamış olmasını, dosyada tek bir fail ya da şüphelinin yer almamış olmasını, faili meçhule bırakılmak istendiğinin bir işareti ve cezasızlık kültürünün en çarpıcı tezahürü olarak görüyoruz. Huzurlarınızda Tahir Elçi’ye bir kez daha söz veriyoruz: Buna asla izin vermeyeceğiz, failler mutlaka bulunacak ve yargılanacaktır!
Bugün BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 70. yıldönümündeyiz. Bu vesileyle uluslararası bildirgenin, insanın doğuştan kazandığı hakların dokunulmazlığını ve kutsallığını koruma altına aldığını yeniden hatırlatma ihtiyacı hissederken, taraf devletleri, başta yaşam hakkı ve işkence yasağı olmak üzere insan hakları ihlallerine karşı önleyici bir duyarlılığa sahip olmaya ve sözleşmenin yükümlülüklerini hiçbir istisnai duruma mahal vermeden yerine getirmeye davet ediyoruz.
Değerli Basın Emekçileri,
Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının, ağır tehditlere maruz bırakıldığı zor bir dönemden geçiyoruz. Toplumsal hayatımızın temel ve vazgeçilmez haklarından olan ifade ve örgütlenme özgürlüğü, iktidarın otoriter politikaları ve siyasi vesayet altına girmiş yargının kararlarıyla adeta yok edilmeye çalışılmaktadır. Kendisi gibi düşünmeyen hemen her toplumsal kesimi baskı altına alan siyasi iktidar, çok renkli olan toplumumuzu birbirine karşıt iki kutup halinde oturtma ve böylece idareyi kolaylaştırma politikası gütmekte, bir grubun temel insani haklarını ihlal ederken diğerlerinin haksızlığa karşı çıkmasının önünü almakta ve toplumsal hayatı militarist politikalarla yapılandırarak bunu yaygın ve sistematik bir hale dönüştürmektedir.
Tek sesliliğin ve tek tipleştirmenin tezahürü olarak karşımıza çıkan iktidar politikaları, toplumsal hayatımızda yarattığı onarılması güç yıkımlarla kendini çok net bir şekilde göstermektedir. “Terörle Mücadele ve Güvenlikçi Politikalar” adı altında propagandatif bir şekilde vücut bulan siyasal iktidar politikaları nedeniyle, özellikle bölgemizde devam eden silahlı çatışma ortamında, sadece son 3,5 yılda binlerce insanın hayatını yitirişine tanıklık ediyoruz.
Barışı inşa etmek ve insan ölümlerine yol açmamak için çaba göstermek zordur. Buna karşın savaşların ne kadar kolay yaşandığını ve büyük kayıplara yol açtığını da son altı yılda deneyimleyerek gördük. Özellikle 2013-2015 yılları arasında ‘çözüm süreci’ adıyla başlatılan sürecin, toplumsal yaşamımızda yarattığı pozitif etkileri yakından hissederken, 2015 yılının ikinci yarısından itibaren çatışmalı ortama dönülmesi ile barış umudunun nasıl yerle bir edildiğine şahitlik ettik.
15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen askeri darbe teşebbüsünün bastırılmasının ardından ilan edilen ve üç aylık periyotlarla uzatılan OHAL, 2 yıl aradan sonra yani 19 Temmuz 2018 tarihinde kaldırıldı. Ancak bu 2 yıl içinde ülkenin zaten kötü olan anayasal rejimi tamamen bir OHAL rejimine dönüştürülmüş ve OHAL resmiyette kalmış olmasına rağmen 7145 sayılı kanunla OHAL uygulamaları 3 yıl uzatılmıştır.
Hukuk güvenliğinden yoksun ve toplumsal yaşamımızda muhalif kesimlere karşı otoriter bir baskı aracına dönüşen OHAL rejiminde neler olduğunu şöyle bir hatırlarsak; yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle yüz otuz bini aşkın kamu personeli ve akademisyen ihraç edildi. 160 basın-yayın organı süresiz olarak kapatılarak mal varlıklarına el konuldu. Onlarca gazeteci tutuklandı, yine onlarcası hakkında soruşturma ve davalar açıldı, bu davalarda sırf mesleklerini yaptıkları için gazetecilere hapis cezaları verildi. İfade ve örgütlenme hürriyeti, Valilikler ve Kaymakamlıklarca alınan yasaklama kararlarıyla bir bütün olarak baskı altına alındı. İnsan hakları, hukuk, çocuk, kadın, yoksullukla mücadele odaklı hak savunuculuğu faaliyetleri yürüten yüzlerce dernek ve vakıf, haklarında hiç soruşturma bulunmaksızın ‘Terör örgütleri ile ilişkili oldukları’ gibi çok soyut gerekçelerle kapatıldı. 95’i DBP’li belediyeler olmak üzere 102 belediyeye kayyum atandı, DBP’li belediye eş başkanları kayyum atamaları sonrası haksızca tutuklandı. Ülkenin ikinci muhalefet partisi olan HDP’nin Eş Genel Başkanları da dâhil olmak üzere on beş milletvekili tutuklandı. HDP’li kimi vekillerin vekilliği düşürülürken, kimi vekillere çeşitli hapis cezaları verildi.
Türkiye’de yargının siyasal iktidar tarafından muhalifler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılması ve yargılamalar yapılırken uluslararası standartlardan uzaklaşılmış olduğu tüm kamuoyunun malumudur. Özellikle AİHM ve AYM’nin vermiş olduğu ihlal kararları sonrasında siyasilerin yapmış oldukları açıklamalar ile mahkemelerin bağımsız karar verme yetkisi tamamen ortadan kaldırılmıştır. Yakın tarihte AİHM’in, HDP’nin önceki eş genel başkanı Selahattin DEMİRTAŞ hakkında vermiş olduğu ihlal kararı akabinde Cumhurbaşkanı’nın kararı eleştiren açıklamaları sonrasında yerel mahkeme ihlal kararına uymamış, sayın Demirtaş’ın tutukluluğunun devamına karar verilerek Anayasanın 90. maddesi açık bir şekilde ihlal etmiştir. Anayasa ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile güvence altına alınmış olan demokrasinin vazgeçilmezi serbest seçimler ve seçmen iradesi adeta hiçe sayılmıştır.
Siyasal iktidar tarafından ‘Kimseye bir zararı yok’ söylemiyle savunulan OHAL’in meydana getirdiği hak ihlalleriyle yarattığı bu tablonun demokratik, hukuki ve insan haklarına dayalı yönetim biçiminde bir değeri ve karşılığı yoktur. OHAL döneminde yürürlükte olan pek çok uygulamanın, OHAL’in kaldırılışından itibaren hala fiili olarak devam ediyor olması da, OHAL mantığını bir devlet rejimi olarak sürdürme niyetinin ve ısrarının açık bir göstergesidir.
Değerli Basın Mensupları,
Türkiye'de 2018 yılında da yaşam hakkı ve işkence yasağı başta olmak üzere kategorik başlıklar altında sıralayabileceğimiz, sistematik ve yaygın insan hakları ihlalleri meydana gelmeye devam etmiştir. Toplanma ve gösteri hakkına yönelik müdahaleler, haksız gözaltı ve tutuklamalar, askeri operasyonlar nedeniyle meydana gelen ihlaller, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, kadına ve çocuklara yönelik şiddet, ekonomik ve sosyal haklardaki kayıplar mevcut durumda artış göstererek devam eden hak ihlalleridir.
Gözaltında veya gözaltı yerleri dışında, işkence ve kötü muamele vakalarında artış meydana geldiği görülmektedir. Yurttaşların fiziki ve psikolojik işkenceye maruz kalması asla kabul edilemez. Yine, yasadığı yollarla yurttaşların kendilerini polis olarak tanıtan kişilerce alıkonulması, tehdit ve ajanlık dayatmalarına maruz kalması kabul edilemez. Anayasa'ya ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere göre, işkencenin mutlak olarak yasaklandığını buradan bir kez daha hatırlatmak istiyoruz! Bu insanlık dışı yöntemlere derhal son verilmeli, bu yöntemlere başvuranlar görevlerinden alınmalı ve yargı karşısına çıkarılarak cezalandırılmalıdır.
İşkencenin yaygın ve sistematik hak ihlalleri ile gündeme geldiği bir başka konu ise, cezaevleridir. OHAL ilanı ve uygulama süreciyle paralellik gösteren hapishane ihlalleri, sürgünler, sağlık hakkı, işkence ve kötü muamele, disiplin soruşturmaları, tecrit etme, haberleşme, iletişim, aile görüşü haklarının kısıtlanması gibi konularda açığa çıkmıştır. Hapishanelerdeki mahpusların mektup aracılığıyla ve gerekse de yakınlarının insan hakları örgütlerine bizzat yaptıkları başvurularda, mahpusların sevkler sırasında çıplak arama ve fiziki işkence, tek kişilik hücrelerde tecrit etme, kelepçeli tedavi, hastane ve revire çıkarılmama gibi yaşanan mağduriyetleri ifade etmişlerdir.
Hapishanelerle ilgili bir diğer önemli konu ise, İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunan PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit uygulamalarıdır. Hükümlü mahpus statüsünde bulunan Öcalan’ın 27 Temmuz 2011’den bu yana avukatlarıyla, yine kendisinin ve aynı hapishanede bulunan 3 siyasi mahpusun aileleriyle 104 haftadır görüştürülmemesi insan hakları ihlalidir ve bu durum 10 Aralık 2018 tarihi itibariyle halen devam etmektedir. Abdullah Öcalan’ın 2013-2015 yıllarından kendisine sunulan imkânlarla Kürt Sorunun demokratik çözümüne ve çatışmasızlık ortamının oluşumuna ne denli katkı sağladığı tecrübe edilmiştir. Bu nedenle uygulanan tecrit politikasının, aynı zamanda coğrafyamızda devam eden çatışmalı sürecin sona erdirilmesine hiçbir katkı sağlamadığı, aksine çatışmaları derinleştiren bir duruma yol açtığı görülmelidir. Abdullah Öcalan’a yönelik sürdürülen tecrit uygulamalarını protesto etmek amacıyla Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevinde bulunan DTK Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine girmiş, 10 Aralık itibariyle 33. güne girmiş bulunmaktadır. Kuşkusuz insan hakları, hukuk ve hak örgütleri olarak, yaşam hakkını ve vücut bütünlüğünü tehdit eden ve risk altına alan her türlü eylemi ilkesel açıdan doğru bulmuyor ve bir hak arama mücadelesi yöntemi olarak kabul etmiyoruz. Ancak hapishanelerde kişiye özgü uygulamaların, insan hakları anlayışı ve insancıl hukukla bağdaşmayan bir durum olduğunu, tecrit ve izolasyonun ulusal ve uluslar arası sözleşmelere aykırı olduğunu belirterek Sayın Güven’in yaşam hakkına yönelik ciddi riskler başlamadan taleplerinin dikkate alınması gerektiğini ifade etmek istiyoruz. Ayrıca bir milletvekili olan Leyla Güven’in yeri hapishane değil meclistir. Kendisinin serbest bırakılmasını talep ediyor ve taleplerini meclis çatısı altında sürdürmesini bekliyoruz.
Ülkenin karanlık dönemlerinde çocuklarını kaybeden ve onlardan bir daha da haber alamayan Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri’nin yürütmüş olduğu adalet ve hakikat, geçmişle yüzleşme mücadelesi de bu dönemde siyasi iktidar tarafından engellenmek istenmiştir. Tek amaçları çocuklarının akıbetini öğrenmek olan bu insanların yıllardır Diyarbakır’daki Koşuyolu Parkı ve İstanbul’daki Galatasaray Meydanı’nda gerçekleştirdikleri sivil itaatsizlik eylemleri hukuksuz bir şekilde yasaklanmıştır. 20 yıldan fazla bir süredir şiddetsiz devam eden cumartesi annelerinin eylemleri hakkında verilen yasaklama kararın kaldırılması ve ailelerin yürütmüş olduğu bu adalet mücadelesinin desteklenmesi, geçmişle yüzleşmenin sağlanması gerekmektedir.
Değerli Basın Emekçileri,
Çatışmalı ortamı nedeniyle bir başka hak ihlaline yol açan bir başka önemli konu ise, askeri operasyonlardan kaynaklı yaşanan ihlaller, özel güvenlik bölgeleri ve sokağa çıkma yasağı ilanlarıdır. Kırsal yerleşim bölgelerini de kapsamına alan yüzlerce bölge askeri operasyonlar yapılacağı gerekçesiyle özel güvenlik bölgeleri ilan edilmiş, yine pek çok kez sokağa çıkma yasakları ilan edilmiştir. Yasakların ilan edildiği kırsal yerleşim alanlarında yaşayan insanlar, doğal ve rutin hayat akışını sürdürememekte ve mağduriyetler yaşamaktadır. Kırsal araziler ve ormanlık bölgelerde çıkan yangınlarda, maddi kayıplar meydana gelmiştir. Sağlık ve eğitime erişim sorunları ortaya çıkmıştır. Askeri operasyonlar sırasında güvenlik güçleri tarafından yerleşim alanlarına yapılan baskınlarda ise sivillere işkence ve kötü muamelede bulunulmuş, haksız gözaltı işlemleri gerçekleşmiştir.
Kadınlara yönelik şiddet ve katliamlar da, 2018 yılında devam etti. Toplumsal yaşamımızda, kadınların sözüne, yaşam biçimine tahakküm kurmanın bir tezahürü olarak karşımıza çıkan erkek şiddeti ve adeta şiddeti cezasızlıkla ödüllendiren yargı kararları, Türkiye’de cinsiyet eşitsizliği sorununu daha da derinleştirmektedir. Türkiye’de kadınlara yönelik hak ihlallerindeki artış, mevcut hukuki düzenlemelerin hayata geçirilemediğini ve kadını yeterince koruyamadığını göstermektedir. Yargıya intikal eden kadına yönelik şiddet, cinsel taciz ve cinsel saldırı dosyalarında etkili soruşturmaların yürütülmediğine, çok sayıda dosyanın yargı eliyle sürüncemede bırakıldığına, hala kadına yönelik şiddet davalarında erkek failin haksız tahrik, iyi hal indiriminden yararlandırıldığına tanıklık etmekteyiz. Karar verici mekanizmaların kadına yönelik artış gösteren şiddet karşısındaki duyarsız tavrı, yine siyasal iktidar mensuplarının öteden beri kadın haklarını tehdit eden ayrımcı ve ötekileştirici söylemleri, sorunun derinleşmesine daha fazla katkı sunmaktadır.
Aynı şekilde çocuklara yönelik şiddet ve hak ihlalleri, bu süre içerisinde devam etti. Şiddet sonucu katledilen çocukların yanı sıra yurt, okul gibi kapalı kurumlar başta olmak üzere toplumsal yaşamda çocuklara yönelik artış gösteren cinsel istismar vakaları dikkat çekmektedir. Şiddet sonucu katledilen çocukların yanı sıra, çatışmalı ortamların varlık gösterdiği bölgelerde sahipsiz bırakılan patlayıcılar sonucu da çocukların yaralanmalarına ve yaşamlarını yitirişine, yine Türkiye’de 0-6 yaş arasındaki 700’ü aşkın çocuğunun annesiyle birlikte cezaevinde bulunuyor olmasına tanıklık ediyoruz. Türkiye’de çocukların haklarını güvence altına alan koruyucu yasaların yetersizliği ve uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerin yerine getirilmediği görülmektedir.
Değerli Basın Emekçileri;
Sizlerle paylaştığımız ve açıklamaya çalıştığımız ihlaller basın açıklamasına sığdırılamayacak kadar geniş bir yelpazede cereyan etmektedir ve son derece ciddidir. Çünkü ihlaller yaygın ve sistematik bir hal almış durumdadır ve önlemeye yönelik siyasi bir irade görülmemektedir. Sonuç olarak diyoruz ki:
Her koşul altında dil, din, ırk, milliyet, cinsiyet, etnik ve kültürel farklılık ayrımı yapmadan BM Evrensel Beyannamesine taraf ülkelerin, yükümlülüklerini yerine getirmeye davet ediyor, yaşam hakkının kutsal olduğu vurgusunda bulunarak özgürlüklerle dolu, insan onuruna uygun bir yaşam temenni ediyoruz.
DİYARBAKIR BAROSU
DİYARBAKIR TABİP ODASI
HAK İNİSİYATİFİ DERNEĞİ DİYARBAKIR TEMSİLCİLİĞİ
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ DİYARBAKIR ŞUBESİ
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI DİYARBAKIR TEMSİLCİLİĞİ